|
Paris 1925. Eski dedektif Gustave MacPherson’ın resim stüdyosuna alışılmadık bir ziyaretçi gelir. Sophia Blake adındaki bu kadın Paris’in en prestijli otellerinden biri olan Hotel Orphée’de geçen gece öldürülen kardeşi ve onun kocasının katilinin bulunmasını istemektedir ve bu iş için 1000 Frank ödemeye hazırdır. Gus MacPherson olayı sıradan bir cinayet vakası olarak düşünüp işi kabul eder. Hayatının en gizemli macerasını yaşayacağından haberi yoktur...
Evet, yukarıdaki paragraftan anlayabileceğiniz gibi Post Mortem’de resim yapmaya meraklı eski bir dedektifi canlandırıyoruz. Paris’i mesken edinmiş bu Amerikalı vatandaş sırlarla dolu Whytes cinayeti dosyasını nasıl çözecek bunu siz oynayıp göreceksiniz. Peki ama nasıl?
Oyunu kahramanımızın gözünden görerek oynuyoruz. Klasik bir şekilde farenizin imleci etkileşime girebileceğiniz bir nesnenin üzerine geldiği zaman değişik bir şekle bürünerek sizi haberdar ediyor. Farenin sağ tuşuyla çantanızdaki nesnelere göz atabiliyorsunuz. Ayrıca save, load gibi işlemleri, adamımızın karşılaştığı kişiler hakkında karaladıklarını falan da yine çantanızdaki not defteriniz aracılığıyla hallediyorsunuz. Quick save gibi özellikler eklenmemiş. Oyun esnasında klavye herhangi bir işe yaramıyor, diyalog atlama, ara sahneleri geçme gibi bir şansınız yok. Daha buradan bizden eksiyi yiyor PM. Oyun sırasında pek çok defa save-load döngüsünü kullanmanız gerekeceği için bunların eklenmesi yerinde bir karar olurdu aslında. Çünkü oyundaki diyalog sistemi diğer macera türü yapımlardan biraz daha farklı. Şöyle ki, bir kişiyle konuşurken ona söylemek istediğiniz herşeyi söyleyemiyorsunuz. Yani ‘A derim, o olmazsa B derim, o da olmazsa C derim, D bile derim!’ gibi bir durum söz konusu değil. Yani önemli diyaloglardan önce save etme gereği duyuyor insan. Eğer konuşmanız istemediğiniz bir şekilde noktalanırsa load yapıp yeniden konuşmak isteyeceksiniz ki bazı durumlarda iyi yapılmayan konuşmalar oyunda ilerleyememenize sebep olabiliyor. Hoş, aslında bu sistem PM’ye tam oturtulamamış. Umarım sonraki yapımlar bu sistemi daha sağlam bir şekilde kullanabilirler.
Diyaloglardan konu açılmışken karakter seslendirmelerinden de bahsedelim en iyisi. Karşılaşacağınız çoğu kişi İngilizce’yi Fransız aksanıyla konuşuyor olacak. Nedense benim çok hoşuma gidiyor Fransız aksanıyla konuşulan İngilizce. O yüzden seslendirmeleri beğendim. Ama bir sorun var ki başroldeki MacPherson pek bir duygusuz, cansız konuşuyor. Bilemiyorum zaten Gus bu oyunda çok sönük kalmış. Yani bir Gabriel Knight, bir Monkey Island, bir Longest Journey vs dendiği zaman hemen akla o oyunların kahramanları geliyor. Ama Post Mortem dendiğinde kimsenin aklına Gus MacPherson’un geleceğini sanmam. Adam ruh gibi birşey. Ağırlığını biraz daha koymalıydı oyuna, ne de olsa tüm işi halleden o.
Grafikler çok güzel hazırlanmış. Gerek arka planlar olsun, gerek karakter modellemeleri olsun hepsi enfes duruyor. Ama oyunu asıl güzel hale getiren sinematikleri. Oyundaki ara sahneler, küçük filmler insana gerilim filmi izliyormuş havasını veriyor. Daha açılış videosundan itibaren ekranlarınızın başına çivileniyorsunuz. Gus MacPherson’un hafiften psişik olması adamın habire çeşitli şeyler görmesine neden oluyor ki bu olay çok iyi yansıtılmış. İnsan gerçekten geriliyor. Hatta ne olacağını tahmin edebildiğiniz yerlerde bile gerilmekten kendinizi alamıyorsunuz.
Mesela adamımız boş bir metroda ilerliyor, metro dediğim o yayalara ayrılan bölüm değil, direkt trenlerin geçtiği yerdeyiz. Ortamda bela kokusu var ve ampuller yanıp yanıp sönmeye başlamış. Bu durumda insanın aklına ne gelir? ‘Kesin bir tren çıkacak ortaya’ diye düşünüyor insan. Ve tren gerçekten çıkıyor ama öyle güzel hazırlamışlar ki o trenin ortaya çıkması sahnesini adam kendini gerilmiş bir vaziyette buluyor. Bu yüzden size tavsiyem oyunu geç bir saat de ve ışıklar kapalıyken oynayın, sesini de müsaitse biraz çoğaltın. İşte böyle bir ortamda oyun sizi içine alıyor, atmosfer de tamamlanmış oluyor.
Müzikler ayrı bir güzel. Ortama göre değişip sizi havaya sokmasını iyi biliyorlar. Kesik kesik gelen radyo sesleri de güzel olmuş.
Oyun boyunca 20 farklı karakterle karşılaşacaksınız. Paris’in değişik mekanlarına girip çıkacaksınız. Yalnız ben burada takıldım işte. Aslında karakter sayısı ve haritada açılan yer sayısı az sayılmaz ama oyun öyle birşey ki sanki dört duvar arasına tıkılmışsınız gibi. Zaten hiç sabah olmuyor. Oyun boyunca geceyi yaşayacaksınız. Heryer karanlık. Sabah oynamaya kalkınca güneş ışığının monitöre vurmasından dolayı hiçbir şey görünmüyor, o kadar karanlık mekanlar yani. Hep aynı yerleri gezip, aynı insanlarla konuşuyorsunuz. Hikaye bir yandan ilerliyor ama durduğu yerde ilerliyor.
Oyunda üç farklı son var. Oyun esnasındaki dyaloglarınız buna yön veriyor dense de aslında herşeyi bitiren son iki diyalogdan başkası değil. Yine oyunu iki farklı yoldan bitirme şansınız var ama pek birşey farketmiyor.
Oyundaki bulmacalar pek zor sayılmaz. Macera oyunları ile aranız iyiyse halledebilirsiniz hepsini. GB3 ve TLJ’de olduğu gibi burada da ökültizme ilgi duyan bir profesör var ve bulmacaların en zorlarıyla da onun mekanında karşılaşıyorsunuz.
Post Mortem’de diğer bazı macera oyunlarında olduğu gibi dövüş, olayların real-time’a dönmesi falan gibi şeyler yok. Aslında ortada habire birilerini hunharca katleden bir katil var. Hiç sabah olmayan bir zaman sistemi var. Gerilim filmlerinden fırlamış sinematikler var. Bunlar bir araya gelince insan her an bir saldırı falan bekliyor ama yok. Ki bence böylesi daha iyi. Oyunda ölebileceğiniz tek yer oyunun son video’su, onda da ölme şansınız 1/3.
Post Mortem’de çevrede bulacağınız nesnelerin hepsini daha sonradan kullanacağınıza emin olabilirsiniz. Yani gereksiz hiçbirşeyi alamıyorsunuz. Alacağınız şeylerin sayısı da pek fazla değil, genelde dokümantasyon bulacaksınız. Pek fazla ıvır zıvırı çantaya doldurmadığınızdan mıdır nedir, oyunda ‘A nesnesini B nesnesiyle birleştir’ gibi şeyler yok. Böylesi daha mı iyi, değil mi buna siz karar verirsiniz oynarken.
Oyunun hoş bir özelliği de MacPherson dışında biriyle daha oynayabilmeniz olmuş. Bunun hoşluğu şurada: İlk başlarda henüz cinayet hakkında kulaktan dolma bilgilere sahipken aklınızı kurcalayan bir durumu direkt olayla ilgili birinci şahıstan yaşayarak öğreniyorsunuz. Adam size durumu anlatırken siz onun anlattığı şeyleri yaşıyorsunuz. Oyunu oynayınca göreceksiniz ki oldukça güzel bir fikir.
Post Mortem’in grafikleri güzel, müzikleri güzel, sinematikleri güzel, hikayesi güzel, atmosferi güzel, ismi güzel vs... Geriye birşey kaldı mı? Belki hayır ama oyunda nedense birşeyler eksik gibi. Klasikler arasına ismini yazdıramaz belki ama arşive katılmayı kesinlikle hakediyor...
|
|
|